SABAH GAZETESİ GENEL YAYIN YÖNETMENLİĞİ YAPTIĞI DÖNEMDE BAŞTA DEĞERLİ YAZAR VE BİZLERİN KADİM DOSTU,CANDAN DESTEKLEYİCİSİ UMUR TALU'YA VERDİĞİ DESTEK VE SABAHIN BİRİNCİ SAYFASINDA ASTSUBAYLARIN SORUNLARINI MANŞET YAPAN,EMEKLİ MERHUM BİR MESLEKTAŞIMIZIN OĞLU OLAN SAYIN ERGUN BABAHAN BUGUNKU YAZISI ILE SABAH 'A VE OKURLARINA VEDA ETTİ. BEN KENDİSİNE YENİ SEÇTİĞİ YOLDA BAŞARILAR DİLİYORUM.
SAYGILARIMLA.
ABDULLAH ARGIN
*
*
*
İŞTE O VEDA YAZISI.................
*
*
*
Gönüllü bir sürgün
Kendimi zorunlu bir sürgüne yolluyorum, ne kadar süreceğini bilmediğim
bir sürgün bu. Belki de hiç bitmez, bilemiyorum.
Ama gönlüm ferah olarak çıkıyorum bu yolculuğa.
Evet, bakmak zorunda olduğum iki küçük çocuğum var ve bu kararı
verirken bunun sıkıntısını yaşamadım dersem yalan olur.
Bir aydır geceleri uykum bu düşünceyle kaçtı, açıkça itiraf edeyim.
Çünkü temelli gidiyorum.
Gün gelir başımı alır giderim diyorum.
Bir hayat tarzını, ayrıcalıkları bırakıp gidiyorum, çünkü inancımı kaybettim.
Paranın alamayacağı şeyler vardır, bunların başında inanç gelir.
O yüzden gün gelir, başını alıp gitmek zorunda kalırsın.
Bu vicdani ve kişisel bir karardır ve kimseden aynı şekilde davranmayı
bekleme hakkım yoktur.
İnancın bedeli şahsi ödenir.
Gün, bedeli benim ödeme günüm.
Ben bu bedeli öderim.
Kendime saygım, dostlarımın ve çalışma arkadaşlarımın yüzüne bakabilme
uğruna, çocuğum bildiğim SABAH'a veda etme zamanı geldiğine karar
verdim.
Bu karar bir günde alınmadı.
Vicdanım rahat.
İnancım uğruna gidiyorum.
İnandığım SABAH'ı yapamayacağım için gidiyorum.
Gidiyorum çünkü ben gazeteciyim.
Unuttunuz belki ama gazetecilik bazen gitmeyi bilmektir.
Ben bu vaktin geldiğini fark ettim.
20 yılı doldurduğum SABAH'tan gidiyorum, hem de dönmemek üzere.
Kalanlara selam olsun.
Gidiyorum, çünkü artık bildiğim, inandığım SABAH'ı yapma imkânım yok.
Bu gazeteye Ağustos 1989'da girdim.
Giriş o giriş.
2001 krizi nedeniyle uzakta geçen 1.5 yılı saymazsak burası gerçek
anlamda yuvam oldu.
Belki de SABAH'ı gereğinden fazla sahiplendim.
Ama bu süreçte gazetenin gerçek sahibinin okur olduğunu bildim ve bu
gerçeğe saygı gösterdim.
Gazeteci olarak iyi bir okulda yetiştim ve bunun için ortalama bir
gazeteciden daha ağır bedel ödedim.
İki çocuğumun doğumunda da karımın yanında olamadım mesela.
Pişman mıyım, asla.
SABAH'ta çalışmak bir keyifti ama Dinç Bilgin gibi bir gazeteci
patronla çalışmak zordu.
Yine de o zorluk, bana yıllar sonra bu koltuğa oturtacak deneyimi kazandırdı.
Ben de işimi çok ciddiye aldım, cumartesipazar demedim çalıştım, kızım
Ayşe'yi sadece gazeteye götürdüğüm günlerde görebildim.
Gece yarıları çok sayfa yıkıp yaptığımız oldu; atladığımız bir haber
yüzünden Dinç Bilgin'den köşe bucak saklanmaya çalıştığımız da oldu...
Kötü yaptığımızda en ağır şekilde fırçalayan, iyi işimizde "Sizinle
çalışmaktan gurur duyuyorum" diyen bir patrondu.
Ne biliyorsam, o öğretti, ben de iyi öğrendim açıkçası.
Zaten 1984'ten bu yana patronumdu, Yeni Asır'da başlayıp 2008'in son
gününde noktalanan bu serüvende istifa kararımı eleştirenlerden biri
de oydu.
Ona "Siz nerelerdesiniz, bizi niye ortalarda bıraktınız" diyemedim elbette.
Ama bize verdiği emeğe saygımı bir an olsun eksiltmedim.
Gün be gün ilgilendi bizimle.
2002 Ağustos'unda Dinç Bilgin ve Turgay Ciner'in isteğiyle yayın
yönetmeni olarak göreve döndüğümde, onun da büyük desteğiyle de bu
gazeteyi 190 binlerden alıp Hürriyet'in ensesine dayadım.
Burada tevazu göstermeyeyim, işimi iyi yaptım, hem de çok iyi...
Sadece o dönemde değil, SABAH'ın son 7 senesinde de...
Çünkü bu gazetenin genetik kodlarını biliyorum, okurunu tanıyorum.
Hâlâ iddiam, bu gazeteyi yapabilecek en iyi gazetecilerden biri
olduğumdur, bunu önümüzdeki günler sınayacak zaten.
Gazetecilik bir inanç ve liderlik işidir.
Liderliğe inanç ve gerçeği yazabilme iddiası...
Artık bunu yapabileceğime inanmadığım için gönüllü bir sürgünü tercih ediyorum.
Bu bir bedel, benim koşullarımdaki bir çalışan için çok ağır bedel.
Sonucu ne olursa olsun, bugün bu bedeli ödemeye hazırım ve bugün ödüyorum.
Çünkü ben solcu gençliğimden kalan isyancı ruhumu hiç kaybetmedim.
Bu işi yaparken hep demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü korudum, haberin
gücüne inandım.
Yorumun da özgürlüğüne...
Hiçbir arkadaşımın yazısına müdahale etmedim, eleştiri okları en ağır
biçimde bana yöneldiğinde bile.
Aldığım kararı küçümseyenler, bana "Aptal" diyenler veya "Çok geç
kalmış bir karar" diyenler çıkabilir elbette.
Ama başta ben, ailem ve yakın dostlarım gerçeğin bu olmadığını biliyoruz.
Bu kararı medyada pek çok insanın imrenerek baktığı bir pozisyondayken aldım.
Dedim ya bu tercih edilmiş bir sürgün.
"Ne var bu kararın ardında" derseniz, cevaplayayım:
Atıp tutarken mangalda kül bırakmayıp hayatın en kritik sınavında
tavırsız kalmak yok.
Yüzümü bir gün bile kara çıkarmayan çalışma arkadaşlarımı üzdüğümü,
sıkıntıda bıraktığımı biliyorum ama dediğim gibi bana artık gitmek
yakışırdı.
İkincisi, bildiğim, inandığım, büyümesine destek olduğum SABAH'ı yapma
gücüm, olanağım kalmamıştı.
Dinç Bilgin "Gazete memurları ile çalışma" derdi, ben de memur bir
yayın yönetmeni olmayı istemedim.
Türkiye bugün gazetecilik mesleğinin çok ciddi sınavdan geçtiği bir ülke.
Bu sınavın iyi verildiğini söylemek mümkün değil.
Bu sınavdan pekiyi alacak tavırlarım olduğu kadar, "0"ı hak ettiğim de
olmuştur tabii.
Ama bu sadece benim sorunum değil.
Rengini, tadını, özgürlüğünü giderek yitiren tüm basının sorunu.
25 yıldır elimden geldiğince, gücüm yettiğince demokrasinin, halk
iradesinin, azınlık hakkına saygının yanında oldum, tahakküme karşı
çıktım.
Dün karşı çıktım, bugün karşı çıkıyorum, yarın da karşı çıkacağım.
Belki de biraz bu yüzden gidiyorum.
Sağlıcakla kalın.
Sakın anneme işsiz olduğumu söylemeyin, o beni hâlâ SABAH'ın yayın
yönetmeni sanıyor.
ACABA UMUR TALU' DAMI AYRILIYOR...... İŞTE BUGÜNKÜ YAZISI....
Dipsiz Kuyu
Yüzyıllık şey!
Nasıl bir insanlık bu! Gaz kapanında boğuluvermiş 7 gencin cesedini de
parça parça ediyorlar.
Orada öyle kıvrılıvermiş gencecik ölüme müstahak olduklarını kusarak.
Üstelik, sözde "inanç" namına.
Üstelik, her ölüsünü "yıkayarak" kaldıran, beyazlara saran, son
yolculuğunun son dualarında tüm günahlarının affedilmesini isteyen,
bunu "amin"lerle onaylayan cemaatten "nasıl bilirdiniz" sorusuna "iyi"
cevap isteyen bir inanç adına, sözde!
Her ölümde, her kıyımda ilahi bir ceza arayın e mi! Kendi başınıza her
gelende de!
Hoyrat ülkemin hoyrat insaniyeti, hoyrat cemiyet ve cemaati, hoyrat
gazeteciliği!
Dertleşme
Bizim mesleğin çok kıdemlisi arasında "sonraki kuşaklar"dan sayılırız.
Öyle diye diye, 30 yılı bulmuşum.
30 yılı her kademede, çok sayıda gazetede çok patron, yönetici ve
meslektaşla geçirdim.
Üzüldüğüm, kırıldığım çok oldu; kırmışımdır da elbet, ama önce
vicdanımla mücadele ederek yaşadığım gazeteciliği, son nefeste de
pişman olmadan, böyle bir meslek için şükrederek anacağımdan eminim.
Genetik tarih
Sadece ömrü tarihimi, talihimi değil de, kiminin kader saydığı gibi
"Genetik tarih ve karakter"i hesaba katarsam...
Namık Kemal'in sürgün yolunda gazetesini büyük dedeme emanet ettiği
günden beri, kesintisiz; dedem, babam, halam, hala ailemle, "genlerim"
gazeteciliğin Türkiye ömrüne karışmış halde.
Yüz yılı aşmış.
Yüz yılın "genetik özet"i, hem meslek, matbaa, düşünce, yazı, bir şey
diyebilme, bir şeylere müdahale, doğru bir şey yapabilme tutkusuyla
"ateşli sevda"...
Hem de, hepsinin kişisel tarihindeki sık yalnızlık. Bir bakıma, yüz
yıllık yalnızlık.
Bir güce boyun eğmeme, fikri ve vicdanıyla hür ve bağımsız düşünme,
yazabilme çabası.
Kiminin kırgın ama sessiz biçimde kendini alıp kaçışı da öyle...
Kiminin sesini yükseltmesi, misal dedemin, onu iki (hatta üç) kez
"Matbuat Umum Müdürü" seçen Mustafa Kemal de dahil, en güçlü
şahsiyetler karşısında boyun eğmeyip dil bükmeyip laf esirgemeyişi,
ömrünün sonlarını bir otel odasına yatırarak köprüleri yakışı da!
Bu "şahsi" yazı tarzı, "kimlik" arzı için değil, daha ziyade
"kişilik"ten bahis için galiba.
Kırmızı halı
Bu "kişilik" mesleği öyle gözünden değil, özünden sevdi.
Güçlülere bir şey diyebilme, güçsüzlerin bastırılmış sesini biraz
yansıtabilme, cumhuriyet ideali ile demokrasi hayalinin esasını
pazarlamacılarına hatırlatabilme, gazeteciliğin asli işlevinin haber,
bilgi kadar, toplumsal eleştiri ve siyasi, mali, askeri, sosyal,
kültürel iktidarların denetimi olduğunu hep hatırlayabilme gibi şeyler
işte!
Mesleğe en büyük ihanet saydığım hep "bir gücün, bir iktidarın
uzantısı olmak"tı.
Gazetecinin, gazetenin, gazeteciliğin utançtan kıpkırmızı halı gibi
güçlülerin ayağına serilmesiydi.
Bir servisi, bir gazeteyi öyle bir gölgede yönetmedim; mümkün
olmayacağını anlayınca bıraktım.
Yazı daha farklı. Gazetenin, işletmenin, patron ve çalışanın
sorumluluğu, denge ihtiyacı o kadar yoktu; hakaretsiz ama sık sık
sert, hep özgür yazdım. Özgürce kovuldum da.
Kimi şeyi kovulduğum için yazmadım; yazdığım için kovuldum. Hak
yemeyeyim, yıllarca o tarzıma bir şey demeyen çok oldu. Her patronaj
ve her yönetmenle burada olduğu gibi.
Sinsi sinek
Ciddi bir nefretim "sinsilik"e karşı oldu.
Bu yaygın, pis hastalık; bazen ağlarına alır, pusuda kurt, deride
kene, kanda parazit, ensede sülük olabilirsiniz.
Fesatla, tuzakla, tezgâhla, kaydırma, koydurma, çelme, ihbarla
dişlerken birini, lekelenirsiniz.
Kimileri buna yatkın ve tutkun olur.
Kimimizin vicdanı acır.
Kimimiz kaçınır. Kimimiz kaçarken ağlara takılır.
"Sinsiler" çeşitli "iktidar biçimleri" nin ulak ve uşaklarıdır.
Sinsi; bir kudretli önünde sinen, ona biat ve itaatle başkasını sokmak
için sinekleşen, sıtma kuryeliğini içine sindirendir!
Kıymeti varsa
Bu kadar yoldan dolaşıp sadede gelirsem...
Kendine "liberal" dediğine göre, Ergun Babahan'la belki hayata tüm
bakışımız, her haber, olay karşısında tutumumuz, bazen gazeteci
tarzımız aynı olmayabilir.
Ama ben de onun meslek hayatında rol oynadım, o da benimkinde. Bazen
ben el verdim; bazen o bana.
İzmir basınından İstanbul'a ilk gelişine sebep oldum. Oradaki hayal
kırıklığıyla Hürriyet'e gittiğimde yanımdaydı.
Yıllar sonra, Sabah batırılmak istenirken, kuşatılmış, torpillenmiş,
içten vurulmuşken; Ciner ve Bilgin, tirajı, itibarı düşmüş Sabah'ı ona
teslim ettiler.
Büyük ama yaralı gazete, elbet patron sermayesi ve aklıyla da, ama
çalışanların emeği, ruhuyla da büyük grup karşısında yok olmaktan
kurtuldu. Ülkeyi, siyaseti, medyayı dengeledi. İyi oldu.
Hıncal Uluç, Salih Memecan, Yavuz Donat ve Sabah'ı hayata döndüren
onca "gitmeyen"in büyük katkısıyla tabii, belki o ara katılan bizlerin
de çorbada bir tutam tuzuyla.
Sonraki çalkantılarda, gazete yuvarlanırken, Ergun, öyle ya da böyle,
hep su alabilecek hassaslıktaki gemiyi, bayrağı ve kitle gazetesi
kimliğini ayakta tutmaya çabalayarak yüzdürdü. Ahmet Çalık aldıktan
sonra da.
Yirmi yıldır Sabah'ta aklı, emeği, tabii ki yanlışı da, ama epey doğrusu da var.
6 yıla varan kendi katkımı onun yirmi yılıyla aynı terazinin birer
kefesine koymaya utanırım; Sabah'ın uzak, yakın tarihine henüz milim
katkısı olmamış kimi paraşütçüyü o kefeye nasıl koyayım...
Tabii ki yöneticiler, çalışanlar gelir, gider. Patronlar bile gelip gidiyor.
Babahan da, nasıl daha önce gittiyse, yine isteğiyle belki de hiç
istemeden "veda"laşıyor.
Başıma da çok geldiği için, her "veda"da "vefa"ya; "adalet, hakkaniyet
terazisi"ne bakarım.
O yüzden, içtenlikle söyleyeyim, bir kıymeti varsa, çok üzüldüm ve
düşünüyorum ki...
Sn.Ünlütürk bu site hepimizin somut tüm önerilerinizin değerlendirileceğinden emin olabilirsiniz. Bu konuda her arkadaşımız site yönetimine yazabilir ve yardımcı olabilir. Saygılarımızla