SUSMA BE KEKO |
Yazar Mehmet Ali KILINÇ | |||||||||||||||||
Pazartesi, 11 Haziran 2007 | |||||||||||||||||
UMUTSUZLUK MU? ASLA…. Dört yıl kadar önce Kıbrıs sorunu konusunda çözümsüzlük çözüm değildir lafının bolca edildiği, devletin diğer kurumlarıyla görüşülüp ortak olarak o güne kadar yürütülen Kıbrıs politikasının aynen yürütüleceği konusunda karar alındığı halde, bu kararları bir kenara iterek, Kıbrıs sorununu görüşmeye bizi Lozan’a çağırmasalar da gideriz, varsınlar Kıbrıs Rum kesimi yetkilileri resmi olarak Kıbrıs konusunu bizimle görüşmek istemesinler biz yemek molası esnasında ayak üstü de olsa Kıbrıs Rum kesimi yetkilileri ile görüşür Kıbrıs sorununu çözeriz diye caka satılıp devlet geleneğinin ve onurunun ayaklar altına alındığı günler. Antalya’da çok az sayıda bu gidişin iyi bir gidiş olmadığını gören dernek ve kurumlar zaman zaman konularında uzman, ama ulusal basın ve televizyonların yüz vermediği aydınların konuşmacı olarak katıldığı panel ve konferanslar düzenlemekteydiler. O toplantılara katılan bir avuç duyarlı insan her toplantıdan sonra bizim sayımız bu kadar az mı duygusuna kapılır bir sonraki toplantıda katılımın daha fazla olması temennisiyle ayrılır, bir sonraki toplantıda maalesef aynı umutsuzluk duygusunu yaşardık. Gel zaman git zaman insanların bir yandan iktidardakilerin bu ülkeden bir Mustafa Kemalin gelip geçtiğini unutarak ekonomiden eğitime Türk toplum yapısını hınç alırcasına bozmaya kalkmalarını, cumhuriyetin bütün birikimlerini yerli özel sektöre bile değil özellikle yabancı uluslararası tekellere peşkeş çekmeye kalktığını gördükçe ne oluyoruz demeye başladılar. Diğer yandan tam burada Turgut Özakman gibi bir vatan evladı çıkıp adeta seksen beş yıl önce başardığımızı neden tekrarlamayalım dercesine “Şu Çılgın Türkler” kitabını yazıp milyon tane sattırdı. Ülke basının, televizyonlarının tamamına yakının engellemelerine rağmen milyonlarca insanlar iki buçuk televizyon kanalı, bir buçuk gazete gibi dar bir aralıktan bilgilenerek ve hepimizin bildiği üzere deyim yerindeyse Tuncay Özkan gibi başka bir vatan evladının da ateşlemesiyle dört yıl önce içimizi dağlayan boş konferans salonu koltuklarına inat, hepimizin bildiği gibi tehlikenin farkındayız diyenler, gidişe karşı dur demek üzere sesini duyurmak isteyenler miting meydanlarını doldurdular. Değerli meslektaşlarım ülkemizi Irak’laştırmak istiyorlar. Özgürlük hakları adı altında bunu ırkçılık yaparak gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Mezhepçiliği kullanarak yapmaya çalışıyorlar. Temeli insanın insana tapınması demek olan günümüzde insanlığın kat ettiği mesafeye yakışmayan, yeni yeni tarikatlar üreterek yapmaya çalışıyorlar. Ülke içinden de çeşitli yöntemlerle işbirlikçiler de satın alınarak Türk insanın toplum kimyası bozularak yapılmaya çalışılmaktadır. Hızla toplum yeni moda küreselleşmenin gereği diye bir de kılıf uydurularak adeta dilimlere ayrılıp kendi aralarında çarpıştırılmak istenmektedir..Türk halkını kendi ordusuna düşman etmeye çalışıyorlar. Seksen beş yıldır bu devlete içlerindeki kini kusmak için fırsat kollayanlar, TBMM binasında duvar halısı üzerinde bulunan Atatürk portresine dahi tahammülleri olmayanlar, bayrak asıp .indirme töreni için mecliste bulunan merasim takımı Mehmetçiğin ayak seslerinden bile rahatsız olanlar artık TBMM’de. Bu gidişin farkına varıp gidişe dur deme durumunda olan iktidar sahipleri , bırakın gidişe karşı koymayı, durumu görmezden gelmekte, toplumu bölmeye çalışan dış güçlerin gizli iç ortağıymış gibi bir görüntü çizmektedirler. Bir avuç bölücü satılmışın şehit ettiği cenazeler artık haftada on kişiyi aştı. İktidar sahipleri satılmışlarla ülkenin silahlı kuvvetleri arasında gizli bir tarafsızlık, adeta bir denge gözetiyorlarmış gibi yıllardır şehit cenazelerinde boy göstermekten kaçınmaktadırlar. Bütün bu olumsuzluklara rağmen morallerimizi bozmaya yarınlara olan umudumuzu kaybetme gerek yoktur. “Yurdun bütünlüğü ulusun bağımsızlığı tehlikededir.Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır”. “Ülke bütünlüğü tehlikededir,. TSK'nın beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir" Bu cümlelerin ilki Mustafa Kemal tarafından Haziran 1919 da Amasya’da söylenmiştir. İkinci cümle ise bu gün Haziran 2007 de söylenmiştir. Şartlar 1919 şartlarından daha kötü değildir. Dört yıl önce aydınlanma konferansları salonlarının boş kalmış koltuklarını görüp umutsuzluğa kapılmış, dört yıl sonra o boş koltukları çatlatırcasına milyonların miting meydanlarını doldurduğunu görünce sevinmiş bir kişi olarak diyorum ki; vakti zamanı geldiğinde her hareket kendi liderini yaratır, umutsuzluğa mahal yoktur. Bizim bu aşamada yapacağımız ise büyük yangına ağzıyla su taşıyan karıncanın verdiği cevap misali birlik dirlik içinde dimdik olarak yanında durduğumuz tarafı belli edelim yeter. Seksen beş yıl önce işgalcilere karşı verilen mücadele, mazlum milletlere örnek olan şahlanışın dünyada bir örneği yoktu ve ilkti. Bu sefer de küreselleşme kılıfı adı uydurulan işgale karşı yapılacak mücadele neden bir ilk olmasın. TÜSİAD bölücü terörle mücadele kapsamında Kuzey Irak’a yapılacak bir müdahalenin ekonomiyi olumsuz etkileyeceğini söylemiş. 1919 Haziranında Mustafa Kemal Amasya genelgesini yayınladığında Galata Bankerleri ve Düyunu Umumiye ilgilileri oh ne iyi oluyor milli mücadele başladı mı demişlerdi acaba? Benim Doğu ve Güneydoğuda görev yapmam durumum olmadı. O bölgede yaşayan insanlarımız konusunda yazılanları okumak ve televizyonda anlatılanlar izlemek dışında yaşadıkları yerlerde yakından gözleme imkanım olmadı. Yanlışım varsa bu şansa erişmiş meslektaşlarım beni düzeltsin. Şöyle bir duygu içindeyim. Mevcut durumla top yekun mücadeleye kararlı, yarınlarda bu coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak var olmaya sonuna kadar niyetliyiz diyebilen, dirayetli, dış güçlerle işbirliği içinde olmayan, her attığı adımın arkasında da gizli bir amacı olmayan, karanlık tarikat dehlizlerinde yetişmiş kişilerden oluşmayan, art niyetsiz şişin veya kebabın yanacağı endişesini taşımayan bir hükümet ortaya çıksa ve o bölgede şu anda korkutulmuş sindirilmiş yurttaşlarımıza cesaret verebilse, yüz yıllardır bir arada kardeşçe barış içinde yaşamış çoğunluğun devletinin yanında yer alacağına inanıyorum. Böyle bir durumda Irak’ta olduğu gibi en büyük amaçlarının gittiği her yerde en küçük farklılıkları bile değerlendirerek kardeşi kardeşle çarpıştırmak olan okyanus ötesi güçlerin beslemesi bir avuç hain ve küçük yandaşlarının dımdızlak ortada kalacaklarına inanıyorum. İnsan ilişkilerinde insanların geldiği ırksal kökenleri araştırmak mı, asla... Ama yeri gelmişken bir izlenimimi anlatmadan edemeyeceğim. Son iki yıl içinde olsa gerek . Güney Doğu’da Karacadağ eteklerinde bir yerde olsa gerek. Bir köy düğünü izledim. Köy düğünündeki adetlerin benim doğup büyüdüğüm Akdeniz kıyısındaki Toros Dağlarının eteklerinde yaşayan insanların adetlerinden hiçbir farkı yok. Fark varsa çok az şive farklı, birazda Toroslar’da oynanan oyunlarda kişisel oyun biraz ön plandayken, televizyonda izlediğim bu köyün oyunlarında halay ön planda, hepsi o kadar. Sunucunun bir sorusu üzerine köy ileri geleninin verdiği cevaptan , bilmem Osmanlının kendisine karşı birleşip tehlike teşkil etmeleri için, birbirine akraba Türk boylarını yerleşim yerleri aralarına mesafe koyma politikası gereği midir yoksa, 900 yıl önce keçi sürüsüyle birlikte rahat edeceği bir yeri arayıp bulup yurt tutmasıyla mı ilgilidir bilmiyorum bu köyün akrabası boylarının bir kısmının Toros Dağları eteklerinde olduğunu öğreniyorum. Bin yılı aşkın süredir yan yana iç içe yaşamış, uluslaşmış, iç içe geçmiş insanların arasına nifak sokup birbirlerine düşman etmeye, paraları ne kadar bol olursa olsun, ne kadar çok hain satın alırlarsa alsınlar, okyanus ötesinden gelmiş devlet olma tarihleri iki yüz yılı geçmeyen, tarihleri boyunca başları çıkmaza girdikçe çareyi insanları birbirine kırdırmak üzere savaş çıkartmakta gören kan içicilerin güçleri yetmeyecektir. Bunu böyle bilsinler, bunun böyle olacağını eninde sonunda tıkanacaklarını bizde unutup umutsuzluğa kapılmayalım. Ayrıca aşağıdaki satırları daha önce başka platformlarda görmüş okumuş olanlar olabilir. Bu satırlar Torosların eteklerinde doğan Ramazan Akbelen’in emeklilik günlerinde içine düşen bir kurt üzerine delikanlılık ve gençlik arkadaşı Yukarı Fırat Havzasının oralarda bir yerde doğan arkadaşı Hüseyin’e yazdığı biraz da sitem dolu mektubuna aracılık ederek sizlere aktarmanın tam yeri ve zamanıdır diyorum. Biraz uzun olurda sıkılırsanız şimdiden affola.
SUSMA BE KEKO…. Hüseyin, Sevgili Arkadaşım.. Elli yaşı devirmenin gereklerinden midir, yoksa geriye dönüp bakınca geçen yüzyılda bizlere öğretilen çok şeyin yanlış olduğunun farkına varmanın getirdiği bir çeşit yenilmişlik duygusundan mıdır nedir, son zamanlarda bir garip duruma geldim. Çok duygusallaştım. Sık sık olaylar karşısında adeta ağlayacak duruma geliyorum. Uzun zamandan beri içimden sana yazmak geliyor, bir türlü yazamıyordum. Açıkçası emekli olduktan sonraki adresini geçen haftaya kadar tam olarak bilmiyordum. Şimdi artık ilçe olduğunu öğrendiğim doğup büyüdüğün köyüne dönüp, dede yurduna yerleştiğini duymuştum ama tam açık adresin elimde yoktu. Sana yazabilmem ancak şu anda mümkün olabildi. Ankara’da bulunduğumuz yıllarda, sizinle aynı mahallede, hemşerin Halil ağabeyin altıdaki evde oturan, bizden iki üst sınıf Eskişehirli Tatar Cemal vardı ya, hatırladın mı? İşte o Cemal abi de emekli olduktan sonra, benim gibi buraya yerleşmişti. Cemal abi geçen hafta sizlere ömür, rahmetli oldu. Muğlalı Kavruk Veli ile Cemal ağabeyin cenaze töreninde, cami avlusunda karşılaştık. Kavruk Veli’yi iyi tanırsın. Şu bizim sınıf arkadaşımız 5147 Veli Öz. Veli’nin iki kızı vardı biliyorsun. Küçük olanı bu yaz öğretmen çıktı. Atanması Hakkari iline yapılmış. Hakkari’nin küçük ilçesi olan atanma yerinden kızını yerleştirip dönerken sizin yanınıza uğrayıp ziyaret etmiş ve size misafir olmuş. Senin tam adresini ve cep numaranı ondan öğrendim. Kavruk Veli ile karşılaşmasaydım, sana yazmak belki de gene mümkün olmazdı. Cami avlusunda Veli’yle epeyce sohbet ettik. Eski günlerden, öğrencilik yıllarımızdan konuştuk. Bol bol seni anıp kulağını çınlattık. Bana sizleri, size yaptığı ziyareti ve yerleştiğiniz dut, kayısı, kiraz diyarı, yeşillikler içindeki, dede yurdunu, adeta cennetten bir köşe dediği ilçenizi anlattı. Senin ilçeyi anlattıkça hani biraz da sana imrendim değil açıkçası. Zaman zaman benim de içimden, senin gibi yapmak geçiyor. Artık biz yaştakilere, çoluk çocukla ilgili günlük sorumluluklar bile bazen yorucu gelebiliyor. Sık sık içimden yeşil bir yurt köşesine çekilip, iki evlek toprağa meşgale için birkaç fidan dikmek, sadece onlarla uğraşmak geçiyor. İlgi gösterildikçe bu fidanlara, yeşerip güzel olsunlar, ama ihmal edilirlerse de, arkamdan, bizimle neden ilgilenmiyorsun arkadaş diye bu yaştan sonra hesap sormasınlar istiyor insan. Ama doğal olarak, kişinin her istediğini yapabilmesi her zaman mümkün olmuyor. Kavruk Veli ile hanımı, Hakkari dönüşü üç gün sende misafir kalmışlar. Veli sizde kaldığı günleri, sizin haberlerinizi anlattı. İki oğlanı da evden uçurduktan sonra, karı koca baş başa kalmışsınız. Ayrıca sağlığınızın yerinde oluşuna çok sevindim. Ama Veli’nin sizinle ilgili anlattıklarından kafama adeta çengel gibi bir konu takıldı. Veli ile konuşurken, söz dönmüş dolaşmış, sınıf arkadaşımız Osmaniye’li 5123 Arap Remzinin oğlu, adı gibi onurlu, Asteğmen Onurun, Şırnak’ta şehit oluşuna gelmiş. Biliyorsun, nur içinde yatsın demeye bile dilimin varmadığı Onur, benim oğlanın ve senin oğlanlardan küçüğünün Ankara’da okudukları aynı ilkokuldan sınıf arkadaşlarıydı. Bu konu, rahmetlinin şehit olması konusu açılınca, sadece yutkunmuş, hiç konuşmamışsın. “Konjonktür” deyip susmuşsun. Veli bunları anlatınca, suskunluğuna hiç bir anlam veremedim. Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Seni cepten aramaya niyetlendim, sonra vazgeçtim. Biraz da cep telefonu içimden geçenleri sana aktarmakta yeterli olmayabilir diye düşündüm. Zaman zaman zorunlu olarak kullansam da, günümüzün herkesin elinde vazgeçilmez oyuncak haline gelen cep telefonuna pek alıştığım söylenemez. Bu yüzden, tıpkı gençliğimizde olduğu gibi, sana uzun uzun yazmaya karar verdim. Söylemesi bile şaka gibi gelse de, seninle tanışalı kırk yıl olmuş. Aradan kırk yıl geçmiş bile olsa , seninle tanışmamı, dün olmuş gibi hatırlıyorum. Neydi o yıllar. Henüz çocuk sayılacak yaştaydık. Devlet bize, size ihtiyacım olacak demişti ve açılan sınav sonucunda seçtiği bizleri yatılı okulda okumaya çağırmıştı. Şehirden, köyden, kasabadan, tarladan, davar peşinden, yurdun dört bir yanından, doğulu batılı ayırt edilmeksizin çağrılan bizler de, yatılı okula kayıt yaptırmaya koşmuştuk. Sınavı kazanıp o yıl birinci sınıfa kaydolanlar galiba toplam yüz seksen kişiydik. Yatılı okula gelişimizin ilk günleriydi. Otuzar kişilik kısımlara henüz ayrılmamıştık. Okulun birinci sınıf öğrencilerine verdiği iç çamaşırlarının dağıtıldığı melbusat deposunun önünde, dağıtılacak olan çamaşırları almak üzere kuyruğa girmişken, sonradan Pigme lakabıyla çağıracağımız, Polatlı’lı Fuat ile Çanakkale’li Pomak Vahdet, kuyruk sırası yüzünden birbirleriyle kavgaya tutuşmuşlardı. İkimiz kavga edenlerin arasına girmek isterken, itiş kakışta sen yere, kolunun üzerine düşüp kolunu sakatlamıştın. Ben seni apar topar revire götürmüştüm. Neyse ki kolun sadece incinmişti. Ama yinede bir hafta kolun askıda gezmiştin. Bu tatsız olay da ikimizin tanışmasına vesile olmuştu. O günden sonra, okul içinde ve okul dışındaki izin günlerimizde birbirimizden ayrılmaz ikili olmuştuk. Otuzar kişilik kısımlara ayrıldığımızda da, aynı kısıma, 1F kısmına düşmüştük. İlerleyen aylarda, içtiğimiz su ayrı gitmez denilen türden arkadaş olmuştuk. Yüz seksen kişilik sınıfta herkes, on beş- ona altı yaşlarındaydı. Hepimiz evimizden ilk defa ayrılıp bu kadar uzağa gelen, çocukluktan genç adamlığa henüz geçmekte olan yeni yetmelerdik. Okulda ilk defa gördüğümüz akranlarımızla, gece gündüz, yemekte, yatakhanede hep bir arada oluyorduk. Çoğumuz, daha sonraları anlayabileceğimiz bir gerçeğin, o yıldan sonra eskisi gibi baba evindeki sofranın başına bir daha uzun süreli oturamayacağımız gerçeğinin farkında bile değildik. Sen, yazları Doğu Anadolu’nun adeta cennetten bir köşesi denilebilecek güzellikte bir yer olan , kış mevsiminde ise yapılan barajlarında katkısıyla ancak yaşanabilir bir duruma gelen bir yerinden, ben ise Akdeniz’in kıyısında birden yükselen Toros Dağlarını bıçak kesiği gibi yaran az sayıdaki vadilerin birinden kopup gelmiştik. O yaşımıza kadar yaşadığımız yerler arasında 600 km kadar mesafe olmasına karşın, yaşam şartları açısından o kadar çok benzerlik vardı ki. İkimiz de yaz tatillerinde oğlak gütmüş, süt sağımından sonra oğlakların anneleriyle emişme törenlerini seyretmiştik. Dağlarda anamızın hazırlayıp belimize bağladığı, genellikle tek katığın çökelek olduğu ekmek azığımızla karnımızı doyurmuştuk. Çocukluğunda sen de benim gibi, sabahları gün ağarırken erkenden elinde yağlı, bazen kaymaklı bazlama ile oğlak peşinde kahvaltını etmiştin. Dağlarda beraber gezdiğin köpeğinin adı da benim ki gibi karabaştı. İkimizde yüzmeyi köyün deresinde çimerek öğrenmiştik. Daha sonra okuldan mezun olup mesleğe başladıktan sonra tanışıp elini öptüğüm annen Azize Teyzenin Kürtçe’yi Türkçe’den daha iyi konuştuğunu anlatırdın. Bu durumu o günlerde aramızdaki bir fark olarak görmek aklımızın ucuna bile gelmemişti. Adını anmışken, Azize Teyze’ye Allah tekrar tekrar rahmet eylesin demeden geçemiyorum. Zamanla iki can dost, birbirinden ayrılamaz iki arkadaş olmuştuk. Benim sana “Ne haber Kürt oğlu “ diye takılmam, senin bana “İyiyim Yörük çocuğu” diye cevap verişin sadece bir sevginin, samimiyetin ifadesiydi. Her şey aklıma gelirdi de bu kelimelere bir gün gelip kötü anlamalar yüklenebileceği durumu hiç aklıma gelmezdi. Uzun yatakhane gecelerinde, sen ilkokulu bitirdikten sonra, baban Osman Amcanın il merkezinde Sümerbank Fabrikasında iş bulduğunu, ortaokulu taşındığınız il merkezinde okuduğunu anlatırdın. Ortaokulda okurken köye dedenlerin yanına ancak yazları gidebildiğini söylerdin. Bizim fabrika diye söz başladığında, babanın çalıştığı Sümerbank’ın dokuma fabrikasından bahsettiğini bilirdik. Hani şu 1930 larda kurulan, şimdi arazisi yeşilliğiyle şehrin ortasında bir vaha gibi kalan, hemen yanı başında tren istasyonu olan, daha sonraları , “pijama yapmak devletin işi değildir”,”şekeri devlet mi üretirmiş”, “devletin işi ayakkabı üretip satmak değildir” söylemleri eşliğinde satışa çıkarılıp, birilerine peşkeş çekilen, ayrıca çalışanlarına olan borçları da devlete ödettirilen fabrikalardan olan Sümerbank Dokuma Fabrikası. Daha sonraları mesleğe atıldığımızda yurdumuzu gezdikçe görüp öğrenecektik ki, bu fabrikalardan Anadolu’nun birçok şehrinde vardı. Daha doğrusu, Cumhuriyetimizin ilk yıllarında bozkırın ortasına bu fabrikalar kurulmuşlar, kurulduktan sonra buraları büyüyerek etrafı şehir haline gelmişti. Şimdilerde anlıyorum ki, ülkenin dört bir köşesi fabrikalarla ve tren yollarıyla donatılabilmesi için bu tesisler sadece birer örnekti. Ama maalesef olmadı, olamadı hedeflenen amaca ulaşılması bir şekilde engellendi. Basında bazen kıyıda köşede çıkan yarım yamalak haberlerden izlediğime göre, sizin Sümerbank Fabrikasını alanlar bir seneye varmadan çalışanların işine son vermişler. Önceden 1500 kişinin çalıştığı fabrikaya zaman zaman asgari ücretli yüz kişi toplayarak bir iki göstermelik üretim yapmışlar. Geçen yıl üretimi tamamen durdurup fabrikanın kapısına kilit vurmuşlar. Son haberlere göre de fabrikanın güzelim arazisine, aşiret reisi eski Milletvekili Mütahit 3000 konutluk site yapıp satacakmış diye duydum. Bazen de basında günün olmazsa olmaz modasıymış gibi, sanki yeryüzünde onlardan başka yabancı yatırımcı başka kuruluşlar yokmuş gibi iktidar yakın yerli bir ortakla birlikte İsrail kökenli bir firmanın beş yıldızlı, çok katlı bir otel yapacağını anlatan haberler çıkıyor. Aynı konuda yerel bir gazetenin, “etmeyin eylemeyin, fabrika sahasındaki ağaçlara kıymayın, o ağaçları yetiştirmek için bir yetmiş yılın daha geçmesi gerekir, şehrin ortasındaki fabrika sahasındaki ağaçlar şehrin akciğeri” diyerek kampanya açtığını da okudum. Ama şimdiye kadar ülkemizde rantçılarla, kim ne zaman baş edebilmiş ki, yerel bir gazete baş edebilsin. Bin beş yüz insanına ekmek veren bir fabrikayı yenileyip, günün üretim şartlarına uydurmak yerine bin bir yalan uydurup böyle bir fabrikanın yıkılmasını, kapısına kili vurup arazisinin satılmasını, bu araziye yabancı diyarlardan birilerinin keyfi esip canı kendi ülkesi dışında gezmek isterse ve gezmek için bizim ülkemizi tercih ederse, diye yerine beş yıldızlı otel dikilmesini aklım almıyor. Üstelik gezmek için bizim ülkemizi de seçmeleri yetmeyecek, gezip görmek için mutlaka yurdun bu köşesini de seçmeleri gerekecek. Gelip bu otelde yatarlarsa yöre insanının cebi para görecek. Şayet yabancıların keyfi esip gelirlerse, bunlara hizmet etmek üzere asgari ücretle garson komi olarak yöreden topladığın 100 kişi evine ekmek götürecek. Yani yurdun dört bir köşesindeki insanların başlarını gökyüzüne çevirip, osuruktan nem kapıp gelmekten her an vazgeçmeye hazır yabancıları getiren uçakları gözetleyen insanlar haline gelmesi büyük bir matah gibi özendiriliyor. Yani insanları bu topraklar üzerine bir tür açlığa mahkumiyet. Ondan sonra, gelsin kaos. Her türlü istismara açık bir ortam. Seksen yıl önce tren vagonundaki lokantayı işletmek için kurtuluş savaşı veren bir ülke maalesef bu hale getirildi. Ülkenin doğusundan batısına bin bir emekle kurulan fabrikalar kapatıp insanları açlığa mahkum ettiler. Diğer yandan beyinlerinin gerisinde bir adım sonra, ben sizi Allah adına yönetiyorum demeye niyetli bazıları da, alay eder gibi, açlığa yoksulluğa ramazan çadırlarını, zekat fonunu askıda ekmek projesini çözüm olarak göstermeye kalkmıyorlar mı cinlerim tepeme çıkıyor. Hüseyinciğim laf nereden nereye geldi. Biz konumuza dönelim. Okuldan mezun olduktan sonra sen Çorlu’ya, ben Afyona atanmıştık. Zaten bildiğin gibi göreve başladıktan sonra topu topu sadece ilk beş yıl ayrı yerlerde görev yaptık. İlk beş yıldan sonra, emekli oluncaya kadar da hemen hemen hiç ayrılmadık. Sen göreve başladığının üçüncü yılında, Çorlu’da görevliyken evlenmiştin. Başlangıçta, annen baban seni memleketten evlendirelim deyip, yengeyle evlenmene itiraz etmişlerdi de, senin inadın karşısında sonradan razı olmuşlardı. Yenge Edirneli olduğun için, nikah ve düğün Edirne’de olmuştu. Ama hatırlarsan bana düğününüze gelmek kısmet olmamıştı. İzin alamamıştım. İzin alamamak bilirsin bizim mesleğin cilvelerindendir. Senin nikah tarihinde, Ege denizindeki bir zamanlar sık sık olan Hora krizlerinden biri patlak vermişti de, sen düğünü ancak alabildiğin üç günlük rapor süresinde halledebilmiştin. Neydi o günler. Bir zamanlar bu ülke, Ege Denizinde araştırma sonucunda bir şeyler bulunacağından değilse de, bütün dünyaya, ülkemizin çıkarlarını korumak üzere savaş dahil her türlü duruma hazırlıklıyız, mesajını vermek için, gerektiğinde denize araştırma gemisi bile gönderirdi. Hatta şimdi birileri bu konuda o günlerde çok aşağılık bir iş yapılmış gibi davransa da, o yıllarda ülke çıkarları gerektirdiği için, Kıbrıs’ta savaşa bile girmiştik. Borsamızın ve AB’nin ortada olmadığı, şüphesiz başımızın bu güne göre daha dik olduğu o günlerde, acaba bu ülkenin insanlarının karnı bu güne göre daha mı açtı yoksa daha mı toktu bilmiyorum. Ama O günlerde insanların yarınlarına, daha fazla bir umutla baktıklarını kesin kes biliyorum . Senden bir yıl sonra Afyon’da görevliyken ben de evlendim. Daha sonra ikimiz de Amasya’ya atandık. Lojmanlarda evlerimiz birbirine çok yakındı. Hanımlarda umduğumuzdan çabuk ve iyi anlaştılar, kaynaştılar. Birbirine çok uzak iki yörenin insanı oldukları halde, sanki doğduklarından beri tanışıyorlar gibi, onlar da çok iyi arkadaş oldular. Senin büyük oğlan Amasya’da doğmuştu. Beraber Sebahat Akkiraz’dan deyişleri zevkle dinler, Musa Eroğlu’ndan “Yatamadım Kasavetten” türküsüyle hüzünlenir, eş dost düğünlerinde mutlaka “Kermeklimisen” türküsünde beraber oynar , Ankara oyun havalarında beraber coşardık. Bazen rast geldiğinde de “Böyle mi esecekti son günümde bu rüzgar ” şarkısında beraber iki kadeh atardık. Senin büyük oğlan Amasya’da doğmuştu. Sonra Kars’a atandık. Senin ikinci oğlan ve benim oğlan doğuncaya kadar, kerata iki evin bir oğlu gibi büyüdü. Senin küçük oğlanla benim oğlan aynı yıl Kars’ta doğmuşlardı. Bir arada ikiz gibi büyüdüler. Derken, çocukluk, gençlik ve ikimizde orta yaşlı babalar olmuştuk. Üstelik çocuklarının üzerine titreyen iyi birer baba olmuştuk. Hele çocuklar okula başladıktan sonra, her şey, izinler, tatiller, onların ihtiyaçlarına, okullarına, kurslarına göre ayarlanır olmuştu. Pek şımartacak kadar imkanlarımız olmasa bile çocuklarımızın hiçbir şeyini eksik etmemeye çalışırdık. Allahları var seninkiler de benimkiler de emeklerimizi boşa çıkarmadılar. Senin iki oğlan da en iyi okulları kazandılar. Başarılarından dolayı devletin birçok imkanlarından yararlanıp, birkaç yerden burs almaları nedeniyle, maddi yönden de seni hiç yormadılar. Bunlar gurur verici, yorgunlukları unutturucu şeyler. Okuldaki başarıları, okuldan sonrasında da devam etti. Büyük Dışişleri Bakanlığının, küçüğü ise Hazinenin Müsteşarlığının sınavlarını kazandı. Doğal olarak, çocuklarımıza mal, mülk ve ticari birikim gibi şeyler aktaramadığımızdan, bizim gibi devlet çalışanın çocukları için de ilk düşündüğü meslek, devlet görevlisi olmaları oluyor. Seninkiler bu yolda fazlasıyla başarılı oldular. Ama sen, çocuklar sınavları kazandıktan sonra, işe başlamadan önce, yapılan güvenlik soruşturması sırasında bir terslik çıkacak diye, bir hayli endişe etmiştin. Yok efendim bölgecilik yapılabilir miymiş. Annen Azize Teyze Kürtçe bildiği için terslik çıkarabilirler miymiş, diye kendi kendine boşuna endişelenmiştin. Ben de, yıllardır senin de bu devlete hizmet ettiğini, bu devletten ekmek yediğini, çok yersiz düşündüğünü söyleyip, böyle bir şeyin olamayacağını, bu devletin seni böyle düşündürecek kadar vicdansız olmadığını söyleyerek, seni teselli etmiştim. Sonuçta ben haklı çıktım. İkisi de bileklerinin haklarıyla işe yerleştiler yerlerini buldular. Temennim daha iyi yerlere gelmeleridir. Bizleri sorarsanız sağlımız şimdilik yerinde sayılır. Görüşmediğimiz altı yılda, vücut ağırlığımızdaki beş altı kiloluk fazlalık ve saçlarımızdaki beyaz sayısının iki katına çıkmasından başka, bir değişikliğimiz yok. Biliyorsun ben senden iki yıl önce emekliliğimi istemiştim. Emekliliğimizden sonra burada bulduğumuz bir işte çalışmak amacıyla buraya yerleşmiştik. Şimdi ise çocukların işlerinin burada olması nedeniyle buradan ayrılamıyoruz. Senin anlayacağın biz dönüş için lazım olacak gemileri yakmış durumdayız. Dede yurduna geri dönüp yerleşmekle en iyisini sen yaptın gibi geliyor. Senin memleketine dönüp yerleştiğini duyduğumda, yengenin Edirneli olması nedeniyle, yengenin nasıl olup ta ikna olduğuna inanamamıştım. Aferin sana, hanım köylü olmamayı becerebilmişsin. Buraya yerleşen bizim sınıf arkadaşları toplam beş kişiyiz. Beş kişi sık sık bir araya geliyoruz desem yalan olur. Günümüzün şartları nedeniyle ve özellikle çocuklar büyüdükten sonra herkes kendi derdine düşmüş durumda. Bizim sınıftan buraya yerleşen beş kişinin durumunu iskambil oyununda kağıtların karılıp, dağıtıldığında oyuncunun eline beş benzemez kağıt gelmesine benzetiyorum. Yani yüz seksen kişilik sınıf iskambil kağıdı gibi karıştırılmış, el dağıtıldığında beş benzemez kağıt gibi beş arkadaş buraya düşmüşüz. Bizim sınıftan burada benden başka, C kısmından Urfa’lı Ahmet var. Biliyorsun okulda bize müzik dersi okutulmuyordu. Artvinli Edebiyat öğretmenimiz Yahya Bey, biz ikinci sınıfta okurken bağlama grubu oluşturmuştu da oluşturduğu bağlama grubunun solistliğini yapan bir Ahmet vardı. Sesi çok güzeldi de yapılan eğlence gecelerinde çok yanık Urfa türküleri okurdu. Bildiysen, Ahmet biraz boy fakiridir bencileyin. Otuz yıl önce, yerinde duramayan kıpır kıpır bir adamdı. Şimdi o kıpır kıpır adam gitmiş onun yerine göbeği bir metre önden giden, bir kilometrelik yolda iki defa dinlenen, şiş göbekli bir adam gelmiş. Çarşıya elektrik su parası yatırmaya giderken bile zorlanıyor artık. Zaman zaman Ahmet’i yolda sokakta gördüğümde, yedin isotlu çiğ köfteyi, bulguru, içtin suyu bu hale geldin diye şakayla karışık takılıyorum. Diğer bir arkadaş da Bandırma’lı Suat. Hani okul takımında futbolcuydu, sağ açık oynardı. Öğrenciyken iyi futbolcuydu da, aslı var yok, İstanbul takımlarına transfer olacağı şayiaları yayılırdı. Suat’ın kağıt oyunlarına düşkünlüğü, öğrenciliğinde olduğu gibi, hala devam ediyor. Eski sporcu olmasına rağmen, sağlığını etkileyecek şekilde çok sigara içiyor. Tıknefes olmuş durumda. Çoğu emekli gibi, hastaneden artakalan zamanını, kahvede oyun oynayarak geçiriyor. Tuncay’ı unutuyordum. B kısmındaki İstanbullu Tuncay’ı. Hatırlar mısın bilmem okula geldiğimizde ilk günlerde annesinden ayrıldı diye uyuyamamıştı ya işte o Tuncay. O zaman anasının kuzusu diye bütün sınıf alay etmişti. Çocuksu duruşu ve ufak oluşu nedeniyle, birinci sınıfta, bayram törenlerine okulun maskotu olarak çıkardı. Okuldan mezun olup mesleğe atıldıktan sonra Tuncay’ın çok değiştiğini duymuştum. Anlatılanlara göre, okuldaki o anasının kuzusu Tuncay gitmiş onu her türlü pisliğe bulaşmaya hazır bir Tuncay gelmiş. Söyleyenlerin yalancısıyım. Mesleğe başladığımız yıllarda, yakın çevresinde, borç almadığı, dolandırmadığı adam kalmamış. Kaç defa yaptıkları yüzünden meslekten atılmaya ramak kalmışken, her seferinde babası gelip duruma müdahale etmiş. Tuncay’ın borçlarını ödemiş. Rica minnet alacaklıların da şikayetlerinden vazgeçmesiyle, durumun örtbas edilmiş ve Tuncay meslekten atılmaktan kurtulmuş. Çocukları yetişince, biraz da yengenin zoruyla, yıllar sonra şimdilik eskiye göre bir hayli uslanmış durumda. Ama yolda sokakta gördüğümde sadece merhaba deyip geçiyorum. Öyle bir oturup konuşmuşluğum yoktur. Yine de bunların içinde en iyisi bizim kavruk Veli. Oturup konuşulabilecek olan bir tek o var. Söylediğim gibi en son cami avlusunda oturduk uzun uzun konuştuk, sohbet ettik. Bizim Remzi’nin başına gelen felakete, oğlunun şehit oluşuna çok üzüldüm. Bu olay beni çok sarstı. Daha önceki şehit haberlerini izler üzülürdüm ama, acı bu kadar yakın olan birinin başına gelince daha bir başka sarsıyor insanı. Ankara’da, Remzi’nin oğlu rahmetli Onur’un bizin çocuklarla, kısa pantolonlarıyla, el ele tutuşup hoplaya zıplaya okula gidişleri hala gözümün önünde. Acı haberi televizyondan izleyince dondum kaldım. Ne yapacağımı bilemedim. Her şehit haberlerinde adı geçen gençlerin hepsi ana baba evladı ama Onur Sarı ismini işitince, inşallah isim benzerliği vardır diye Allah’a yalvardım. Daha sonraki haberlerde Osmaniye’den yayın yapılıp televizyonda Remzi’yi de izleyince maalesef durum kesinleşti ve beynimden vurulmuşa döndüm. Olayın şokuyla ne yapacağımı bilemedim. Telefonla başsağlığı dilemeye içim elvermedi. Ertesi gün kendimi biraz toparladıktan sonra, hanımla beraber bindik otobüse, cenaze törenine katılmak için kalktık Osmaniye’ye gittik. Televizyondan gördüğümüz görüntülere ve törendeki resimlere göre, Onur tıpkı babasının gençliğinde olduğu gibi yapılı, sırım gibi bir delikanlıymış. Biliyorsun askerliğinden önce rahmetli dört yıllık İşletme Bölümünü bitirmişti. Çalıştığı yerlerdeki konumu nedeniyle, Remzinin herkesten çok, oğlunun askerliğiyle ilgili girişimde bulunma imkanı vardı. Ama adı gibi onurlu rahmetli, kesinlikle böyle bir şey istememiş. Remzi girişimde bulunmayı teklif ettiyse de, Onur reddetmiş, hatta babasına kızmış. Ayrıca kısa dönem askerlik yapmayı da istememiş. Herkesin yaptığı gibi, aslanlar gibi askerliğimi yapar gelirim demiş. Arkadaşlarının anlattığına göre, Onur ve ekibi Şırnak’ta defalarca çatışmaya katılmışlar. Her seferinde, hiç kayıp vermeden geri dönmüşler. O güne kadar, ekiptekilerin hiç birinin, kılına bile zarar gelmemiş. Son göreve çıkışlarında, bir geçit yerine kalleşçe yerleştirilen bir mayınla, Onur ve ekibinden bir arkadaşı, kahpece şehit edilmişler. Cenaze töreni çok kalabalıktı. Bütün Osmaniye sanki tören yerindeydi. Sınıf arkadaşlarımızın çoğu, Remzi’nin acı gününde, gelip törene katılmışlardı. Alt sınıflardan, üst sınıflardan bir sürü tanıdık, arkadaş oradaydık. Törende gözlerim seni aradı. Ama nedense sen yoktun. Halbuki Remziyle senin, benimle olduğundan daha sıkı, arkadaşlığınız vardı. Bildiğim kadarıyla Osmaniye, buraya göre, sizin oraya çok daha yakın. Münasip olan, senin de, cenaze töreninde, Remzi’nin acı gününde orada bulunmandı. Neden gelmedin bilmiyorum. Hepimiz gibi Remzi de, hayli yaşlanmış. Ayrıca bu acıyı da yaşayınca iyice, çökmüş durumdaydı. Perişan görünüyordu. Adeta canlı cenaze gibiydi. Bastığı, durduğu, yeri bilmiyordu. İçinde bulunduğu durumu, çektiği acıyı, evlat acısını, Allah kimsenin başına vermesin. Bizim Veli, o günlerde kızının Ankara’daki işleri nedeniyle Ankara’da olduğundan, cenaze törenine, Osmaniye’ye gidemedi. Sonra Remzi’yi telefonla arayıp başsağlığı dilemiş . Uzun uzun konuşmuşlar. Mektubun başında da yazdığım gibi, arkadaşımız Veli size uğradığında söz dönmüş dolaşmış bu acı olaya gelmiş. Sana Remzi’nin durumunu, çektiği acıları nakletmiş. Aklından ne geçti, niçin öyle yaptın bilmiyorum sen sadece “Konjonktür” deyip, yutkunmuş ve susmuşsun. Başka bir şey söylememişsin. Veli anlatınca çok üzüldüm. Yapma be keko! Neden Susuyorsun! Neden konuşmuyorsun! Bu konuda, bu günlerde herkesten çok konuşması gereken biri varsa, o da sensin. Yoksa transformasyon rüzgarı seni de mi çarptı? Kısmet olur mu bilmem . Son olarak bir isteğimi dile getirmek istiyorum. Seninle yüz yüze gelip, tıpkı tanıştığımızın ilk yıllarında olduğu gibi, rahatça, sadece sevgimin ve samimiyetimin ifadesi olarak sana sarılıp rahatça, “Kürt Oğlu” diye hitap edebilmek istiyorum. Hepsi bu. Selamlar. Arkadaşın Yörük Çocuğu Ramazan AKBELEN MEHMET ALİ KILINÇ, 11.06.2007 Antalya
Sadece kayýtlý kullanýcýlar yorum yazabilir! Powered by !JoomlaComment 3.12 Copyright (C) 2007 Alain Georgette / Copyright (C) 2006 Frantisek Hliva. All rights reserved. |
|||||||||||||||||
Son Güncelleme ( Salı, 22 Nisan 2008 ) |
< Önceki | Sonraki > |
---|