Bir de böyle düşünelim... |
Cuma, 02 Ocak 2009 | |||||||||||
Astsubay
sorunlarının çözülmesi için sihirli değnek bekleyenlere bir haberim var: Lütfen
soğuk bir su içiniz. Üstünüzü sıkıca örtünüz ki, bir daha böylesi rüyalar
görmeyiniz.
Şaka bir
yana, bu duruma birkaç değişik pencereden bakıldığında, her şey daha netleşecektir
kanaatindeyim.
Dil bilimi
açısından bakarsak;
Hak
sözcüğünün karşılığı; 1. Adalet: 2. Adaletin, hukukun gerektirdiği veya
birine ayırdığı şey, kazanç: 3. Dava veya iddiada gerçeğe uygunluk, doğruluk
4. Verilmiş emekten doğan manevi yetki 5. Pay 6. Emek karşılığı ücret. 7.
Doğru, gerçek, şeklindedir. Lütuf sözcüğünün karşılığı ise: Önem verilen,
sayılan birinden gelen iyilik, yardım, ihsan, inayet, atıfet olarak kayıtlıdır.
Demek ki, Genel Kurmay Başkanlığı’ndan (Burada siyasi otoriteyi hiiç hesaba
bile katmıyorum. Kendi ağızlarıyla, Gn.Kur.Bşk.’lığının noteri olduklarını
beyan ettiler çünkü.) bizim için bir takım iyileştirmeler yapmasını beklememiz
bizim hak arama çabamız değildir. Lütuf bekleme durumumuzdur. Çünkü ‘hak’
kelimesinin fiil olarak anlamı aktiftir. Lütuf kelimesinin fiil olarak anlamı
ise pasiftir. Yani birinin peşinden koşar, emek harcarsın; diğerini ise sadece
beklersin.
Tarihsel
açıdan baktığımızda;
Karanlık
çağlar dahil, dünya tarihinin hiçbir döneminde, güç sahipleri (yani ezenler),
ezilenlere, kendiliklerinden bir şey vermemişlerdir. Verdilerse dahi, bunun adı
lütuf bile değil, sadaka olmuştur. Fransız devrimi sırasında yaşanan süreç de
böyledir, Amerikan bağımsızlık savaşında da böyledir, Türk Kurtuluş
mücadelesinde de bu böyledir. Yani bir şey kazanılmışsa, emek verilerek, ter
dökerek kazanılmıştır.
Sosyolojik
açıdan ise;
Bizim
başımızdaki insanlarda (üniformalısında da, üniformasızında da) sınıf bilinci
bulunmaktadır. Üstelik, gerek okudukları okullarda, gerekse meslek ve iş
hayatları boyunca, sınıf bilinçlerini daha da keskinleştirmektedirler. Bizlerin
ise, sınıf bilinci oluşturmak adına söylediğimiz iki kelamı dahi bozgunculuk,
hainlik ve fitnecilik olarak değerlendirmektedirler ve asla böyle bir
sosyolojik evrimleşmeye müsaade etmemektedirler (Kendileri açısından) haklı
olarak.
Hangi
çerçeveden bakarsak bakalım, bu sorunların çözüm adresi biziz. Yani sorunla
muhatap olanlar. Güç sahibinin elinden gücünü ancak daha fazla güç uygulayarak
alabilirsiniz. (Bu cümleden vuralım-kıralım manası çıkartılmasın lütfen.
Elbette ki, düşünce ifade etme özgürlüğü sınırları ve demokratik hakları
kullanma temelinde bir güç kullanımından bahsediyorum.)
Son söz
olarak şunu söylemek istiyorum: Kurumlar da, insanlar gibi bir karaktere
sahiptirler. Kurumların da duyuları vardır. Çevrelerindeki dünyayı, bizler gibi
duyularıyla algılarlar. Beyinlerinde (Kurmay heyetleri-A takımı-politbüro vb.)
değerlendirirler. Bu algıların değerlendirilmesi ile fikirler oluştururlar.
Fikirleri doğrultusunda, tavır ve davranışlar ortaya koyarlar. Bu tavır ve
davranışlar da (tıpkı insanlar gibi) kurumların karakterini meydana getirir.
Bir insanın karakteri, akşamdan sabaha nasıl değişmez ise, kurumlarınki de
değişmez. TSK’nın kurum kültürü gerçekten çok köklüdür. Kısa dönemde
değişeceğini beklemek safdillik olur.
Sadece kayýtlý kullanýcýlar yorum yazabilir! Powered by !JoomlaComment 3.12 Copyright (C) 2007 Alain Georgette / Copyright (C) 2006 Frantisek Hliva. All rights reserved. |
|||||||||||
Son Güncelleme ( Cuma, 02 Ocak 2009 ) |
< Önceki | Sonraki > |
---|