BOĞAZIMDA DÜĞÜMLENEN NEMA..... PDF Yazdır E-posta
Yazar MEHMET ALİ KILINÇ   
Pazartesi, 28 Temmuz 2008
              BOĞAZIMDA DÜĞÜMLENEN NEMA…..

     

        Her şey aklıma gelirdi de, dünyanın neresinde olursam olayım, çocukluğumda taşlı yollarında oynarken ayağıma takılıp yaralayan sivri taştan sonra düzlüğün,  ikindileri arkasında güneşin kaybolduğu tepenin  siluetinde   eğri çamdan sonra yayvan çamın, hemen yanında çatal pelitin, ondan sonra tomak çamın sıralandığını, çeşmeye giderken kendimi bildim bileli yolun sağ yanında bulunan   böğürtlen öbeğinin hemen ardından murt çalılarının, ondan sonra çatlı dikenlerinin  bulunduğunu, adım adım, gözlerimi kapalı  ezbere sayabildiğim, sıkıntılı bir anımda orada olduğumu hayal edip huzur bulduğum, her ağacının her bir dalında bir  anımın asılı olduğu, içinde beni gerektiğin de  art niyetsiz  çıkar beklemeden saatlerce dinleyebilecek yakınlarımın yaşadığı,  doğduğum  köyümün etrafındaki bütün  ormanlarının, meyve ağaçlarının, tüm yeşilliklerinin, evlerinin, hayvanlarının yanacağı ve köylülerimin  bir gece sabaha kadar  bu felaketten canlarını zar zor kurtardıktan sonra,  köyün yukarısında, iki yüz elli metre yükseklikteki kayalık uçurumun üzerinde toplanıp, çaresizlik içinde köyümüzün yanıp kül oluşunu seyredilebilecekleri hiç aklıma gelmezdi.  Hem  bu felaketin verdiği acının, hem de her gün önünden birkaç defa  gelip geçtiğim cadde üzerinde bulunan bankanın tabelasındaki  "OYAK BANK" yazısının, üzerinde her gördüğümde bana alaylı alaylı bakıyormuş gibi gelen  aslan figürü bulunan, söylemesi ayıp "İNEĞE BAK"  tabelası ile değiştirilmesi olayının verdiği  üzüntünün aynı günlere rastlamasından olsa gerek, kabus gibi  bir rüya gördüm.    

   http://gencturkhaber.com/gulnar-angini-mersin-rman-ideo.html,05c8d      

Rüyam şu: rahmetli Takavit Dedem'le Balcı Emmi'm,bir  kayalık uçurumun hemen altında, dik eğimli bir yamaçta yer alan köyümün en üst kısmında, kayaların altından kaynayan köyün suyunu sağlayan pınarın başında, yazın  sıcak günlerinde köy erkeklerin nefes almak için gölgesine  sığındığı asırlık çınar ağacının altında kurulu, aynı zamanda köy kahvesi işlevini de gören sayvandaki tahtadan çakma sedirlerin üzerine, oturma ile yatma arası, sırtı dönük yan gelip uzanmışlar, tıpkı yaşadıkları günlerde olduğu gibi, önlerinde bahçelerinin bir köşesinde kendi elleriyle yetiştirdikleri deli tütünle dolu tütün  keseleri, ağızlarındaki  sandal ağacından düzme, oymalı süslü tütün çubuklarını tüttürmekteydiler. Sırtlarının  bana dönük olmasından anladığım kadarıyla, belli ki bana biraz kırgındılar. Selam verip karşı sedire ben de oturdum. Önce bir müddet sustular. Sonunda bir eliyle kavradığı oymalı lülesini  ağzına götürüp  derin bir fırt çektikten sonra, oturuş pozisyonunu bozmadan dayanamayamayıp suskunluğu bozan, doğrudan lafa giren Balcı Emmi'm oldu. "Saklama, sen de sevindin. Yazıklar olsun." dedi. Son günlerde sevinmek ne kelime, fırsat buldukça her gün hatırladıkça, çordan çocuktan gizli gizli,  yanan köyüm için göz yaşı döküyordum. Tam niye sevinmişim ki diye soracaktım, hemen aklıma en son sevindiğim an olan milli takımın Hırvatistan maçında aldığı galibiyete sevinmem geldi. Milli maça mı dedim.  "Yok yok" dedi. "Son yıllarda en fazla artış elde edilmesiyle övünülen Oyak nemasının artışından bahsediyorum" dedi. Yıllarca önce henüz ben çocukken   aramızdan ayrılan büyüklerimin, bana niçin kırgın olduklarını hemen anlamıştım. 

        Altmışlı yılların başında, daha ben ilkokul yıllarındayken hakkın rahmetine kavuşan  Takavit dedem, aslında benim öz dedem değil. O, köyümüzün ileri gelenlerinden, kendi döneminde sayıları çok az olan  köyün okur yazarlarından, uygun bir  köy damından  düzenlenmiş mescitlerde, ramazan aylarında, benim öz  dedemin imamlığında kılınan teravih namazlarında, zaman zaman müezzinlik yapan, büyüklerle yaptığı sohbetlerde anlattıklarından aklımda kalanları bu gün değerlendirdiğimde, günümüzün badem bıyıklı Atatürk düşmanı  kelam ehli tayfanın aksine Bir Mustafa Kemal hayranı olan, Çanakkale Savaşlarına katılıp bir elinden yaralanıp sakat kalan, anne tarafından dedemin amca oğlu, kır sakallı Çolak Mehmet'ten başkası değil. Cephede elinin sakatlanıp gazi olması nedeniyle devlet maaş bağlamış, Çanakkale'den geri döndükten  sonra, sakatlığı nedeniyle diğer savaşlara da katılamamış. Çocukluğumda, Takavit Dedem nedeniyle, çocuk aklımla, uzun süre, kolu sakat ve "mayışlı" olan herkese,  takavit dendiğini zannederdim. Köy ağzıyla söylenilen "takavit" kelimesinin aslında, emekli maaşı alan kişi, "tekaüt", demek olduğunu çok sonraları öğrenecektim. 

           Takavit Dedem köyün  en hali vakti yerinde olan kişisi, tek maaşlısıydı. Köyde döneminin en gösterişli, tek tahata sayvanlı ev onun eviydi. Köy yerinde musandıraya bitişik hamamlığı ilk onun evinde, protez dişi ilk defa onun ağzında gördüm. Sıkışanların doktor ve ilaç parası için yardım istemek üzere köyde ilk çalacakları kapı Takavit dedemin kapısıydı. Şimdi altmış hane bulunan köyümde, bir kilometrelik yol boyunca üç tane birden cami yapılıp, köyümün ilköğretim okulu ise kapatılmış bulunsa da,  cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında askerliğini jandarma onbaşısı olarak yapıp, okuma yazma öğrenebilenlerden, altı ay içinde köy eğitmeni yaratıldığı  olağanüstü eğitim seferberliği  döneminde, köyün minaresiz tek camisinin acil olarak cehaletten kurtuluş için okul olarak tahsis edilmesi nedeniyle, bütün köy erkekleri gibi her cuma günü ilçe pazarına ve namaza gitmek için Takavit dedemin  bindiği gölük köyün en gösterişli, koşumu en görkemli nazar boncuklarıyla süslü atıydı. Yasının ilerlemesi nedeniyle ata binemez duruma geldiği daha sonraki yıllarda, cuma günleri ikindi üzeri, ilçe dönüşü dağıtacağı ala şekerlerden kapabilmek için biz çocuklarının yol kenarında yolunu beklediğimiz, üzerine bindiği, köyde  en iri yapılı, kulakları en dik, kır renkli Kıbrıs eşeği yine onun eşeğiydi.

       Balcı Emmi ise, her iki gözü de hiç görmeyen, ama bir ihtiyardı.  Asıl adı Hüseyin'di, ama köyde "Hüseyin Emmi" dense kimsenin  aklına hiçbir zaman öncelikle kör Balcı Emmi'den bahsedildiği gelmezdi. Hüseyin Emmi'nin adına niçin "Balcı"   lakabının eklendiğini hala bilmiyorum.      Ama Balcı Emmi'nin köyümüzde kendisinin hiç akrabasının olmadfığını,aslen uzak bir köyden olduğunu biliyorum. Karısı Hatice Teyze ise bizim köyümüzdendi. Köyde herkes Balcı Emmi için hep "esgerlikten sonra kör olmuş" derdi de niçin kör olduğunu bilmezdi. Balcı Emmi'nin  büyüklerime anlatırken söylediklerinden bölük pörçük aklımda kalan, "İngilizlere esaret","Arap çöllerinde, güneşin altında  tel örgülerle çevrili alanda aylarca bekleyiş", "Mısır diye bir ülke","Birinci Büyük Seferberlik"  kelimelerini bir bulmacanın parçaları gibi, son yıllarda, internette dolaşan, İngilizlerin Birinci Dünya Savaşında, Filistin'de   esir aldığı, Osmanlı askerlerini,sonraki  savaşlarda Osmanlının savaş gücüne  tekrar katılmasınlar diye, esir askerlerin  gözlerini kör etmek için  krizol havuzlarına atma vahşeti haberleri ile birleştirildiğimde,  bu gün, zavallı   Balcı  Emmi'min,  gözlerini ülkesi uğruna  kaybettiğinin kendisi bile  farkında olmadan   ölüp gitti mi acaba demekten kendimi alamıyorum.

         Takavit Dedemin aksine ölümünden birkaç yıl öncesine kadar, bilmem yasalar öyle gerektirdiğinden, bilmem önüne düşüp yasal hakkını arayacak kimsesi olmadığından,   devletten bağlanmış maaşı yoktu. Ama ölümüne birkaç yıl kala maaş almaya başladığını hatırlıyorum. Maaş bağlanmadan önce, her gittikleri yere olduğu gibi, önde gözleri Balcı Emmi'nin de gözleri olan hanımı, arkada Balcı Emmi, bir bastonun bir ucundan biri,  diğer ucundan öbürü tutarak, her Cuma  sabah erkenden, namazdan sonra cami önünde avuç açmak üzere yaşlı karı koca yaya olarak on beş kilometre uzaklıktaki  ilçeye giderlerdi.  

        Balcı Emmi'm belki gözlerini niçin kaybettiğinin farkında bile olmadan ölüp gitti ama, rüyama giren Balcı Emmi'm ve Takavit Dedem, askerlikleri dışında ilçemiz sınırları  dışında fazla uzağa gitmemiş,  ömürlerini sadece köyümüzde geçirmiş olmalarına rağmen,  söz edecekleri konulara bakarsanız,  her şeyden haberleri vardı, bu gün olup biten her şeyin farkındaydılar. Balcı Emmi'm biraz da heyecanlı bir şekilde sözlerine devamla, "Altmışlı yılların başında,o günün şartlarında çok iyi niyetlerle, bambaşka amaçlarla,yola çıkılmış olsa da,  bir ülkenin ordusunun, tıpkı sıradan torna tesviyeciler odası veya turizmde çalışanlar birliğiymiş gibi, kendisine devletin sağladığı maddi imkanlarla güvencede hissetmeyip, kendi inisiyatifi altında bulunan  kurumlar kanalıyla sonunda kar-zarar olan ticari işlere, yatırımlara girmiş olma ayıbını bir taraf bırakarak, geçmişinde Çanakkale Savaş'ı, Kurtuluş  Savaş'ı olan, daha seksen sekiz yıl önce bebesinin üzerindeki yorganı, onun  donmasına aldırmadan, zarar görmesin diye cepheye taşıdığı mühimmatın üzerine örten bir milletin, yeryüzünde diğer milletlere örnek olacak şekilde kurtuluş savaşı vererek devlet kurmuş olan ordusunun mensuplarına, gözlerini kırpmadan öyle veya böyle bir vesileyle sahibi haline geldikleri bu devletin temel taşı bir kurumu, bir  bankayı, çok kar ettik nidalarıyla, kendi elleriyle, uluslararası sermayeye satmak yakışmadı" dedi. Üzüldükleri söz konusu olayın, Oyakbank'ın satışı olduğunu anlamıştım.

       Becerebildiğim kadarı ile, rüyayı kısa kesebilir miyim diye, hemen savunmaya geçmeye yeltenip, son yıllarda çok işitip, adeta ezberlediğim   "205 sayılı yasa gereği", "emeklilik fonu", "trend", "karlılık, verimlilik", "küreselleşen dünyada", "sermayenin serbest dolaşımı", "sermayenin yerlisi yabancısı mı olurmuş" ifadeleri ile başlayan  cümleler kurmaya çalıştım ama boşuna. İki büyüğüm  çok doluydular. Üstelik yattıkları yerde argo kelime dağarcıklarını zenginleştirmekten de geri kalmamışlardı. Takavit Dede'm, istifini bozmadan "bana maval okuma" diye söze girip,  kırgınlığı bir yana bırakarak, doğrulup oturduktan sonra  yönünü bana doğru döndü , takma dişlerini şakırdata şakırdata deli tütün dolu çubuğundan derin bir nefes çektikten sonra lafa girdi. "Yeğenim aşağıdaki, deniz kıyısındaki susayı bilirsin" dedi, durakladı, söze  devam etti. "O yolun nasıl yapıldığını, bizzat kazma kürekle inşaatında çalışan emmilerinden dayılarından dinlemişsindir". "Susa" demekle şose demek istediğini, bu gün bile izlediği güzergahın  yapıldığı ilk günkünün aynısı olan,  güzergah tespit edilirken, adeta  öne salınan yüklü bir eşeğin, ayakta kalarak yürüyebildiği yerler izlenerek kazma kürekle yapıldığı izlenimi veren, her gelip geçişimde, mümkün olsa da, bu yolu tükenmez kalem yayı misali uçlarından tutup çekip uzatsak, Adana'dan Atina'ya  kadar uzanır demekten kendimi alamadığım, bu gün yapıldığı ilk günden  tek farkı sadece asfaltlanmış olması olan, her metresi  kıvrım kıvrım virajlı, Antalya- Mersin karayolunu kastettiğini anlamıştım. "O yolun bir kurtuluş savaşı vererek kurulmuş bir ülkenin, tamamen kendi öz gücüne dayanarak, kendi ülkesini imar etme politikası gereği, yurttaşlarından topladığı yol vergisiyle ve vergiyi verme gücü olmayanları kol gücüyle kazma kürekle bizzat çalıştırarak yapıldığını biliyorsun. O dönemin devlet yetkileri, içinde yetim hakkı var diye  devlet dairesinden boş bir dosya kağıdı dahi alıp evine götürmeyecek kadar devletlerinin üzerine titizlenmek yerine, tıpkı Osmanlının Hicaz Demiryolu inşaatında   Almanya'ya ihale ettiği gibi, bu yolun inşaatını, büyük devletlerden birine, yol güzergahının etrafındaki zenginlikleri, tarihi eserleri   peşkeş çekerek ihale etmeyi bilmiyorlar mıydı? Yabancı ülkelere ait olan  trenlerindeki lokantaların işletme hakkını bile geri alabilmek için, yüzyılların kapitülasyon belasına karşı kurtuluş savaşı veren o kuşak,  başı dik, tam bağımsız bir devlet yaratmak için, ne yaparsa  kendi öz kaynaklarına dayanarak yapmak zorundaydı. Bunları yaparken topluiğneyi bile dışarıdan alan, çayına atacak şekeri bile üretecek fabrikası olmayan ülkenin, şimdi size yutturmaya çalıştıkları gibi özel sektör - devlet sektörü gibi bir kompleksi yoktu. Tek ölçü, ülkenin öz kaynaklarını dayanarak gereksinimlerini karşılayabilmesi, dışa bağımlılıktan kurtulabilmesiydi. Buna en çarpıcı örnek, ülkede şeker sanayinin kurulmasıdır. Merak eden  herkes  araştırabilir. Ülkenin  kuruluş döneminde, bu işi becerebilecek Uşak eşrafından Nuri Şeker isimli yurttaş, bizzat Atatürk'ün direktifleriyle bulunup ortaya çıkarılarak, devletçe desteklenip, ülkemizde şeker sanayinin kurulması gerçekleştirilmiştir. Ülke gereksinimlerini karşılamak için oluşturulan bütün kurumlarda temel amaç aynıdır. "Asılacaksan bile İngiliz sicimiyle asılacaksın" deyiminin günlük konuşmalara yerleşecek kadar her şeyiyle dışa bağımlılığın arttığı, Osmanlı'nın sonun geldiği çöküş döneminden sonra gelen kurtuluş ve ondan sonra gelen kuruluş döneminde, ülkenin dokuma gereksinimi karşılamak için kurulan, Oyakbank’ın temellerini teşkil eden Sümerbank'ın kuruluş felsefesi de  aynıdır. Gerektiğinde kas gücüyle, kazma kürekle yapılan ülkenin her metre karayolunda  nasıl  cepheden cepheye koşarak bu ülkeyi kurtarmış olanların kanı teri varsa, Sümerbank'ın kuruluşunda da aynı emek, aynı özveri, aynı temel amaç, aynı kendi kendine yetme felsefesi, bu topraklar üzerindeki bütün zenginlik potansiyeli öncelikle bu toprakların üzerinde yaşayanlara ait olsun, bu ülkenin ismi bir daha' dışa bağımlı, hasta adam' nitelemesiyle birlikte anılmasın temel düşüncesi vardır.  

        Bu devletin kuruluşunda kanıyla canıyla  harcı olan, gençliğinde cepheden cepheye koşan bizleri, yattığımız yerde üzen durum, bir devletin ayakta kalabilmesi için olmazsa olmazı, görevleri gerekirse ülkesi için savaşmak olan ordusunun mensuplarının,  kendilerine devletin sağladığı  olanaklar yetersiz görmüş olacaklar ki, sıradan büro memurlarıymış gibi, kendilerini ekonomik  güvenceye alacak arayışlar içinde olması, elleri öncelikle  silah tutması gerekenlerin, kendilerini doğrudan parayla pulla uğraşan kurumlar oluşturmak zorunda hissetmeleridir. Daha acı olanı ise  Mustafa Kemalin ordusunun sahibi olduğu bu kurumun, daha önce ülke için ne ifade ettiğini anlattığım Sümerbank gibi bir kuruma, önce sahip olup, daha sonra biraz boyayıp cilaladıktan sonra, bu kurumu, kendileri bu devletin kurucu unsuru, yaşatmak için tek güvencesi değilmiş gibi, devletin kurucu unsurunun sahibi olduğu kurumun, bu ülke için hiçbir toplumsal sorumluluğu yokmuş gibi, sanki tek amaçları  kar etmek olan  sıradan ticari bir kurummuş gibi yabancı sermayeye devretmesidir

         Fi tarihinde ölmüş olsalar da, birinci büyük harbe katılmış olan rüyamdaki iki büyüğümün, anlaşılan haberdar olamadıkları konu, ilgilenmedikleri televizyon programı yoktu. Sohbetin burasında söze Kör Balcı Emmi'm girdi. "Flaş Televizyonu'nda Erkan Göksel'in anlattığına göre, bu ülkenin en çok güvenmek durumunda olanların, sattık çok kar ettik diye kasım kasım kasılanların, gençlerin ellerine kına yakılarak, davul zurna ile ülkeye hizmet için askere  gittiği,  şehit yakınlarının hiç birinin  ağızlarından 'vatan sağ olsun' sözünden başka sözün çıkmadığı bu ülkede,  insanların artık  işsizlikten önce çocuklarını öldürdükten sonra intihar ettikleri gazete üçüncü sayfalarında sıradan haber gelirken, banka satışından elde ettikleri paraları  bu ülkenin yarınlarına güvenmedikleri için, AB ülkeleri ve  ABD'ye yatırdık diye övünmeleri bizleri kahretti"
  

       Beni rüyamda yakalayan iki saygıdeğer ihtiyarı, her ne kadar nema artışına sevinmedim diye ikna etmeye çalıştıysam da başarılı olamadım. İki ihtiyarın, Orta Asya'dan bu güne tüm kötülüklerin hesabını sormaya kalkan   Ergenekon iddianamesi misali, adeta  ülkenin gelmiş geçmiş, çıkmaza saplanmış bütün sorunlarının hesabını benden sormaya niyetleri varmış gibi bir halleri vardı. Beni çok sıkıştırdılar. Rüyanın tam burasında, Takavit Dedem,  kendini sohbetin heyecanına kaptırıp  somurmayı unuttuğundan sönen çubuğunu boşaltmak için tahta sedirin kenarına tık tık vuruyordu ki, ter içinde sıcak bir Antalya sabahına  uyandım.  Meğer bu tıkırtı sabah sabah çalınan evimizin dış kapısının çıkardığı tıkırtıymış.   

     

           Uyandıktan sonra uzun bir süre gördüğüm rüyanın etkisinden kurtulamadım. Günümüzde ülkemizde olup bitenlere çok üzüldüğünü gördüğüm iki gazi dedeye,  yattığım yerden, şu konularda söz vermeden yataktan kalkamadım. Ülkesi için bir eli sakat kalan Takavit Dedem, ülkesi uğruna gözlerini kaybettiğinin farkına bile varmadan ölüp giden Balcı Emim; ülkemizde  maden yasalarından "ülke topraklarında bulunan madenler işletilirken ülke çıkarları gözetilir" ibaresi bile cımbızla kıl çeker gibi ülke yasalarından temizlenirken, bu topraklar üzerinde yaşayan çoğunluk tarafından olaylar, sanki ay gezegeni üzerinde oluyormuşçasına  " dur bakali ne olcek" aymazlığıyla, demokrasi ve küreselleşme teraneleriyle seyredildiği bir dönemde, inanın nema artışına sevinemedim. Hele bu söylediklerinizden sonra, birilerinin övündüğü nema   artışı boğazıma iyice takıldı kaldı;  burnumdan geldi. Ama size söz veriyorum. Aklımın erdiği dilim döndüğü sürece, hac yolunda ölen topal karınca misali, köyümüzdeki yangından sonra ayakta  kalabilen yarı kavruk birkaç ağaçtan biri olan, sizi altında gölgelenirken gördüğüm ulu çınar misali yalnız kalıp, dinozor  muamelesi görme pahasına, 19 Mayıs 1919 tarihinde başlayıp 24 Ocak 1980 arası dönemde de,  bu coğrafyada yaşayan insanların her zaman olduğu gibi huzurunu gagalayacak akbabaların olduğunu, ancak buna rağmen, insanların   geleceklerine umutla bakabildiğini, o dönemde devletin yurttaşlarına aş iş sağlama gibi bir yükümlülüğünün de olduğunu, yarınlarına umutla bakabilen gençlerin, bu günün aksine rahatça evlenebildiğini, evlenenlerin ise bu günkü gibi çoğunun altı aya varmadan işsizlik ve  geçim sıkıntısı yüzünden boşanmak zorunda kalmadıklarını, ülkenin bu günkü durumunun iyi bir durum, gidişinin iyi bir gidiş olmadığını, küreselleşme adı altında bu topraklar üzerinde yaşayan insanların her gün biraz daha köleleştiğini,  ulaşabildiğim arkadaşlarıma, yakınlarıma, çocuklarıma, anlatmaya, haykırmaya devam edeceğim. Benden yana hiç kaygınız olmasın, huzur içinde yatın.

      Biliyorum yazı yine bir köşe yazısının boyutlarını çoktan aştı. Ne yapalım rüyaya giren misafirlere  rüyamdan çıkıp gidin demek olamayacağına göre, bana sizlerin hoşgörüsüne sığınmaktan başka seçenek kalmıyor. Durumu biraz da benim olçumluğuma verin. Sevgi ve saygılar... 

                                                    
Yorumlar
Yeni EkleAra
Hüseyin SAVCI - İyi ki Rüya   | Publisher | 2008-07-29 13:14:35
Çanakkale'de bile bile, seve seve ölüme , Kurtuluş Savaşında can vatan için can verenler bu toprakları kanları ile vatan yapanlar, iyi ki gelip te bu günleri görmüyorlar. Sadece düşlerde kalıyorlar. Etrafımızda gördüklerimiz mi daha büyük kabus yoksa sizin rüyalarınız mı?
Biz büyüklerimizi saygıyla, sevgiyle, rahmetle anıyoruz. Bizi nasıl anacaklar dersiniz?
Ersen Gürpınar - Yazamıyorum   | Author | 2008-07-29 14:48:52
Sevgili Dostum
Yazınıza yorum yazmak için düşündüm benimde kelimelerim kilitlendi yazamadım erteledim yeniden ayni duyguları yaşıyorum sizler beni anladınız bazen susmak konuşmaktan yazmaktan daha etkili ................
Sadece kayýtlý kullanýcýlar yorum yazabilir!

Copyright (C) 2007 Alain Georgette / Copyright (C) 2006 Frantisek Hliva. All rights reserved.

Son Güncelleme ( Perşembe, 31 Temmuz 2008 )
 
< Önceki   Sonraki >